“Kevin, neyin var tatlım?”
Bayan Stoner okumakta olduğu gazeteyi indirerek endişeli bir şekilde oğluna baktı. Sabahtan beri oğlunda bir gariplik seziyordu. Halıya odaklanmış, öylece bakıyordu. Hem de saatlerdir. Çok hareketli olan oğlu için bu, fazlasıyla garip bir durumdu. “Hı, efendim anne?” “Hiç iyi görünmüyorsun oğlum. Bir sorunun falan mı var?” diye sordu Bayan Stoner oğluna biraz daha yaklaşarak. Kevin annesinin endişeyle çatılmış kaşlarına baktı ve “Yok, hiçbir şeyim yok.” dedi geçiştirmek için. Bir şeyler olduğu doğruydu fakat bunu söylemesiyle annesinin onu soru yağmuruna tutacağını biliyordu. O yüzden şimdilik geçiştirmek iyi fikirdi. Gerçi sorununun ne olduğunu o da bilmiyordu ki. Sadece, bir şeyler olacak gibiydi. İçindeki bastıramadığı sıkıntı, her dakika daha da büyüyor, salondaki sessizlik ve annesinin soran gözleri bu durumu daha da kötüleştiriyordu. Birkaç dakika daha dayanmaya çalışsa da, dört duvarın içinde daha fazla kalamayacağını anladı ve hışımla koltuktan kalktı Kevin. Annesinin nereye gittiğini sormasına bile kulak asmadan ceketini alıp dışarı attı kendini. Kapıdan çıktığı an Manhattan’ın dondurucu soğuğuyla karşılaştı. Ceketinin cebinden çok eski model Nokia’sını çıkardı ve bir satir olan, en yakın arkadaşı Greg’i aramaya koyuldu. Birkaç çalıştan sonra telefonun diğer ucundan boğuk bir ses geldi;
“Heey, Kev! Dostum sana kaç kere telefon kullanma dedim? Sen de biliyorsun ki telefonlar….”
“Evet evet, telefon sinyalleri canavarları çeker vesaire vesaire… Canavarlar falan umrumda değil, acilen beni bul. En fazla on dakika içinde 42.Cadde’de olmazsan keçi bacaklarını tıraş ederim!”
“Ama bu hiç adil değ….”
Dııt, dııt, dıt.
Kevin, telefonunu kapatıp cebine koyduktan sonra adımlarını hızlandırdı. Her ne kadar canavarların umurunda olmadığını söylese de korkmadığını söyleyemezdi. Sokakların boşluğu onu şüphelendirse de insanların bu soğuk havada, yerler kardan geçilmezken sokaklara dökülmemesi normaldi. Yani en azından öyle umuyordu. Üşüyen ellerini ceketinin cebine sokup hızlıca yürüyordu ki arkasından gelen bir ayak sesi, onu durdurdu. Deri ceketi ve gömleğinin içinde, kalbi küt küt atmaya başlamıştı. Acaba gerçekten telefonla konuşması başına bela mı açmıştı? Arkasına baktı. Elbette bir şey yoktu. Boş yere paranoya yapmıştı. Durmadan önceki temposunu tutturmaya çalışarak yürümeye başladı. Her ne kadar canavarların onu takip etmediğini kendi kendine tekrarladıysa da iki adımda bir dönüp arkasına bakmadan duramıyordu. Kaldırımın üzerini kaplamış karda, olabildiğince sessiz yürümeye çalışıyordu. Sokakları geçtikçe sokaklardaki insan sayısı tek tük artmaya başlamıştı ama bir elin parmaklarını geçmezdi. “Hadi amaa, burası New York!” diye düşündü Kevin. En ücra yerlerde bile bir dolu insan olması gerekirdi. Bir ses duyduğunu sanıp tekrar arkasına döndü ve pat! Geriye dönerken birine çarpmıştı. Tam çıkışmak üzereydi ki çarptığı çocuğun, en yakın arkadaşı, koruyucusu, satir Greg olduğunu fark etti. “Dostum, az daha yola fırlıyordum! Her neyse, söyle bakalım Kevin Stoner, beni neden bu kadar acil yanına çağırdın?” dedi Greg yarı alaylı yarı sitemkâr bir şekilde. Kevin şöyle bir etrafına bakındı, çevrelerinde kimsenin olmadığını fark edince konuşmaya başladı; “Garip rüyalar görüyorum Gry.” Greg tek kaşını kaldırmış, anlamadığını gösteren bir ifadeyle arkadaşına bakıyordu. Bunun üzerinde Kevin da açıklama ihtiyacı duydu ve “Rüyalarımda hep aynı yerdeyim, yüksek bir sütunun tam tepesinde. Altımda sadece deniz var ve başım bulutlara değiyor. Ve birden üzerime yağmur gibi şimşekler yağmaya başlıyor.” dedi nefes almadan. “Devam et dostum.” dedi Greg kaşları çatılmış, düşünceli bir halde. “Şimşekler tam üzerime gelse de bana değmiyor, ya da bana zarar vermeden içimden geçiyor, bilmiyorum. Ama sonradan şimşeklerin direk denize doğru indiğini fark ediyorum. Sonra kocaman bir dalga sütunu kırıyor ve denize düşüyorum. Ardından uyanıyorum işte.” dedi Kevin arkadaşının küçülmüş gözlerine bakarken. Birkaç dakikalık sessizliğin ardından Greg Kevin’a “Acilen Melez Kampı’na gitmeliyiz, Kev, bu mesajı görmezden gelemeyiz.” dedi adeta fısıldayarak. Kevin gözlerini devirdi ve “Ne mesajı dostum? Alt tarafı uyduruk bir rüya işte, sadece beni biraz rahatsız ediyor o kadar.” dedi. “Melezler rüya görmezler, yani görürler ama tesadüfen ve amaçsız rüyalar görmezler. Her rüyanın bir anlamı, vermek istediği bir mesaj vardır.” Kevin sarı saçlarına düşen kar tanelerini silkti ve “Eee, sizce benim rüyamın anlamı nedir sayın satir Greg Roots?” diye sordu alaycı bir sesle. “Bilmiyorum.” diye cevap verdi Greg. “Tek bildiğim bunun sonunun hoş olmayacağı.”
Dondurucu havada, Manhattan sokaklarında yürümeye devam ediyorlardı. Açık buldukları bir kafeden birer kahve alıp ısınmaya çalıştılar. Ama rüzgârın ve soğuk havanın artmasıyla, daha fazla dışarıda kalamayacaklarını fark etmişlerdi. Kahvelerini bitirip Stoner’ların evine doğru yürürken Kevin da Greg de düşüncelere dalmıştı. İkisi de tek kelime etmiyordu. Greg yaklaşan tehlikenin farkındaydı, bu nedenle Kevin’ı Kamp’a götürmek istiyordu. Fakat keçi inadına sahip arkadaşının defalarca gitmeyi reddetmesi üzerine, artık onu daha fazla zorlayamazdı. Kevin ise korkuyordu. Her ne kadar kendine itiraf edemese de saf bir korku içerisindeydi ve her dakika kötü bir şeylerin biraz daha yaklaştığını hissedebiliyordu. Bu kötü şeyin ne olduğu veya nelere sebep olabileceği hakkında bir fikri yoktu, bunun üzerine kafa yormak da istemiyordu. Greg’in aniden durmasıyla düşünceleri bölündü. “Ne oldu?” diye sordu bir şeyleri duymaya çalışıyormuş gibi görünen arkadaşına. Greg parmağını dudağına götürüp “Şşş, sessiz ol.” deyince Kevin bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. İçinden tahmin ettiği şeyin olmaması için dua ediyordu. Koruyucu satirinin yanına geçti ve gözleriyle etrafı taradı. Anlayamıyordu, her şey normal gözüküyordu. Greg'in kulağına eğildi ve "Dostum, neler oluyor?" diye sordu fısıltıyla. Greg de aynı ses tonuyla cevap verdi; "Bir şey duydum. Hoş olmayan bir şey." Kevin anlamadığını belli edercesine kaşlarını kaldırdı. Bir ses duymuşsa ne olacaktı ki? Bu anormal bir durum muydu? Hem bu duyduğu şeyin neresi hoş değildi? Tam sormak üzereydi ki çok yakınlardan bir hırıltı duydu. Bir insanın çıkarabileceği türden bir hırıltı değildi bu. Bir köpek, çok sinirli ve çok büyük köpekten çıkmış olabilirdi. Kocaman, korkmuş gözlerle Greg'e baktı. Bacaklarının titremeye, kalbinin küt küt atmaya başladığını hissetti. Hayır, hayır korkmamalıydı. Annesinin, Kevin'a melez olduğunu söylediği günden beri bu anın gelebileceğini bilmiyor muydu, yıllardır kendini hazırlamıyor muydu? Peki neden şimdi dizlerinin bağının çözüldüğünü hissediyordu? Hem de daha hiçbir şey yokken. Korkusunu kontrol etmeye çalışarak Greg'e baktı. Satir dostu, havayı kokluyordu. Kendi de kokladı ve tahminlerinde yanılmadığını fark etti. Hava, ıslak köpek kokuyordu. Birden bembeyaz karların arasından simsiyah bir karaltı fırladı. Karaltı önceleri uzakta olsa da, yaklaştıkça biçimleniyor, fark edilebilir hale geliyordu. İki arkadaş da gözlerini kısmış karların üstünde siyah bir leke gibi görünen şeye doğru bakıyorlardı. Greg dehşete düşmüş bir şekilde çığlık attı; "Di immortales! C-cehennem t-tazıları. Kaaç Kev!"
Boş Manhattan sokaklarında, en az beş cehennem tazısından kaçmaya çalışıyorlardı. "Şansımız varken Kamp'a gitmeliydik!" dedi Greg nefes nefese. Kevin'ın adrenalin ve korkudan kan beynine öyle hücum etmişti ki kulakları zonkluyordu. Greg'in son söylediğini duyamamıştı. Gerçi duysa da zaten nefes nefese kalmış olduğundan cevap veremezdi. Artık neredeyse tazılarla aralarında iki araba boyu mesafe kalmıştı. Zaten yorgunluktan ölen ve tüm enerjisini koşmakla harcamış hımbıl melez ve çaylak satir artık daha fazla devam edemeyeceklerini hissediyorlardı. Greg birden durdu ve kemerindeki bıçakları hızlı hızlı tazılara atmaya başladı. Çoğu isabet etmese de isabet ettikleri derin yaralar açıyordu. Kevin ne yapacağını bilemez halde Greg'in arkasında duruyordu. Kev'in bu halini fark eden Greg kolundaki saati bir kılıca dönüştürdü ve "Al şunu ve bana yardım et!" dedi. Kevin kılıcı aldığı gibi içgüdüsel olarak canavarlara doğru atıldı. Kılıç eline çok iyi oturmuştu, eline aldığı andan itibaren bir uzvu haline gelmişti kılıç. Sırayla tazıları biçerken hiç zorlanmıyordu. Yer ve zaman kavramı yok olmuş gibiydi. Sanki doğduğu günden beri eline kılıç almayı bekliyordu. Beş tazının beşini de büyük hızla öldürdükten sonra anca kendine gelebilmişti. Greg "Nutkum tutuldu." dedi kocaman gözlerle. Tam tüm cehennem tazılarını nasıl deştiğiyle ilgili övgüler yağdıracaktı ki karşıdan gelen karaltılar lafını boğazına dizdi. Kevin derin bir nefes aldı ve 'ne yapacağız?' diye sorarcasına arkadaşına baktı. İkisi de enerjilerini sonuna kadar harcamış olduklarından daha ne kadar savaşabileceklerini bilmiyorlardı. Greg biraz etrafı taradı ve gerilerde bir yerlerde zincirlenmiş bir motosiklet olduğunu fark etti. Kılıcıyla birkaç darbede zincirleri kırdıktan sonra motora atlayıp Kevin'ın yanına sürdü. "Bu keçi toynaklarıyla sürebileceğine emin misin Gry?" diye sordu Kevin satir arkadaşına. Greg de elini 'git şuradan' dercesine sallayıp "Çabuk ol ve atla!" dedi. Kevin son kez arkasında baktı ve motora atladığı gibi son hızla gitmeye başladılar. Bembeyaz karda izler bırakarak tazılardan kaçmaya çalıştılar. Kevin sesini Greg'e duyurmaya çalışarak "Yanlış yere saptın, eve giden yol geride kaldı!" dedi. Arkada olsa da Greg'in hınzırca gülümsediğini hissedebiliyordu. "Eve gittiğimizi kim söylemiş? İstikamet Melez Kampı, tam yol ileri!"